"Haketmek" ?



"Ne hoş bir güzelliği vardır;
Hafif adımlarla dünyadan gülümseyerek geçenlerin."

Hayatı “ben bunu hakettim mi” ya da “ben bunu haketmedim ki” süzgecinden geçirmenin yanlışlığını hatırlatıyor bana küçücük yaşlarda ağır hastalıklarla sınanan çocuklar, aileleri... Zaten yetişkin insanlardan öyle yorulduk ki dünya benim için çocuklar ve diğerleri uzundur...
Düşünüyorum. Hangi çocuk ne gerekçeyle haketmiş olabilir ki bunu?  Bu hayata ödül, ceza şeklinde iki uçtan bakmanın saçmalığını düşündürüyor bana. Hayatın dinamiği içinde “haketmek” , sandığımız  noktada değil, her geçen dakika görüyoruz bunu. Hakedilen kazanımlar var, çok sayıda, evet ama; bir de hak, ödül, ceza gibi kavramların çok dışında kalan, elbet bildiğimiz/bilmediğimiz gerekçelere dayalı ama yalnızca olmasını izleyebildiklerimiz var. En fazla ufak dokunuşlar yapabiliyoruz bu olaylar içinde. Yaptığımız hiçbir şeyin cezası ya da ödülü değiller. Suçlusu yok. Düzeltilebilir bir nedeni yok. Her şeyden bağımsız olarak yaşanıyor ve bitiyorlar. Ve bu kapsamda her şeyle karşılaşabiliriz. Her şey başımıza gelmesi mümkün olanlar kategorisine dahil. 

Bir şeyin varlığının veya yokluğunun sonsuz-muş gibiliğini esas alarak düşünüyor, konuşuyor, yaşıyoruz. Bu ise daimi bir yanılgıya  ve beraberinde mükemmeliyetçiliğe sürüklüyor bizi. Oysa her şeyin dışından gelip hayatımızın ortasına oturabilecek ve diğer tüm yönlerimize gölge düşürebilecek neler sayabiliriz... Yine her gün yenilenen düşüncelerimizin, yaşayış farklılıklarımızın temelinde bu dinamik var. Tek bir gerçeğin bile çoğu zaman tüm sistemi alt üst ettiği bir durum ihtimali ile kolkola yaşıyoruz. Tek bir şey tüm sistemi sarsabiliyor ama o sistem yeni formuyla çalışmaya devam edebiliyor yine. 

Tüm bunlar, hep düşünülen, hep konuşulan klişeleşmiş ama bir yandan da anlaşılması güç bir kader kavramı ile başbaşa bırakıyor bizi. “Neden ben, neden şimdi, neden şu an değil, neden o, neden böyle neden şöyle” sorularının hep bizi tatmin edecek ve kafamızdaki sesleri dindirecek bir cevabının olduğunu sanıyoruz. Ama olanlar ve sebepler arasındaki bağlantıyı kurmak ne sanıldığı kadar basit ne de mümkün bazen. 

Olaylara hangi metotla yaklaşılırsa yaklaşılsın analiz edilsin, ilişki kurulsun, gerçek şu ki adına ister akışa bırakmak diyelim ister teslimiyet, ister kısmen olsun ister tamamen, bir kabullenişi yaşamla birlikte yürütmek zorundayız. Ve o kabulleniş aklımıza yerleşmediği zaman isyan atakları, hayal kırıklıkları bazen de bir şuur kaybı bizi ele geçirebiliyor. Kabullenişi gerikafalılık gibi gören modernist bir yaklaşımın bence hata ettiği nokta hep ve daima “kader” konusu olacak ya da adına her ne deniyorsa. 

Sistematik bir şekilde pek çok olayı çözümleyebilir, düzenli bir düşünce sistemi ile pek çok nedene ulaşabiliriz. Pek çok. Ama hepsi değil. Ve o azınlıkta kalanlar attığımız her adımda içimizi kurcalamaya, motivasyonumuzu kırmaya devam eder. Bunun varlığını ve kabullenmeyi tamamiyle reddetmek başta sonsuz motivasyon gibi görünse bile bizi ufak bir başarısızlıkta pek ala tüm aklımızla yenilebilir ve bir daha yenilenemez kılar. Pek çok yerine “her şey” beklentisi bir mükemmeliyetçiliğin gölgesinde kendi aklımızdan, varlığa olan etkimizden şüphe eder hale getirir bizi. Oysa olanlara ve yaşadıklarımıza olan irademizi “bazen, kısmi, genelde” kavramlarıyla sınırlandırmak, sınırlandırmanın aksine ileriye ulaşabilmek için ufkumuzu genişletir. Düştüğümüzde kalkabilmeye imkan sunar. Yani sistemin geneli için pekala olumludur bazen oluruna bırakmak. 

Bir şey için çok çalışıp başardıktan sonra her şeyi emek ve sonuç terazisine koyan insanların bence en tehlikeli yanılgısı bu. Onların bu hasta mantığıyla, kaybettiğimiz her şey aslında yaptığımız bir yanlışa bağlı ya da yapmadığımız bir doğruya. Bu şekilde hayat sürekli kendimizi ödüllendirme ya da cezalandırma periyotlarıyla ilerleyen bir kısır döngü. Bu nedenle bu insanlar kendini ve başkalarını suçlamaya hep gereğinden fazla eğilimli. Huzur kaçırıyor, merhametsizce davranıyor ya da hırsına yeniliyor. Çünkü süreçleri çaresizce iradesine hapsetmiş. Her daim şikayetçi, her daim hırs peşinde ve ufak bir takılma halinde hep isyankar. Bu insan birisi değil bu insan bazen hepimiz, bazen hiçbirimiz. Ama mutlaka bir yerlerde biz.  Kadere bakış açımız yaşadığımız süre ile orantılı olarak o kadar çok deforme oluyor ki yapabildiklerimiz ve başarılarımızla kendi kendimizi tanrısallaştırma hatasına düşüyoruz. 

Tüm bunları bir anda hayatını kaybetmesine yol açacak bir hastalığı olduğunu öğrenen on yaşında bir çocuk ve onun son iki yılında yaşadıkları düşündürdü bana. Ya da başka bir açıdan herhangi birimizin her an yaşamaya başlayabilecekleri. Başına gelen çoğumuzun içinden çıkamayacağı ama engelleyemeyeceği de bir zorluk. Küçük bir çocuk neye sahiptir ki demeyin. Tüm çocukluğu bir anda elinden alınmış. Koşmasını , yürümesini, görmesini, konuşmasını, nefes almasını kaybedişini ben zorla izledim dayanamadım ve bir yetişkin olmadığından mıdır bilinmez önceden de sahip olduklarının kibri yok üzerinde. Hiçbir şeye sımsıkı tutunacak kadar hırsı olmadığı gibi hepsini sükunet içinde kaybediyor. 

Küçücük bedeniyle sırtındaki kocaman yükü ve ölüm korkusu ile resmi boyamaya, oyunu oynamaya devam ediyor. Anne babasını teselli eder onları incitmek istemez gibi bir hali var. Ve kendinden onlarca yaş büyüklere göre çok daha az şikayet ediyor hayatından. Usul usul ama ışıl ışıl yaşıyor. Kendine ve ailesine hatta benim karşıma çıkması ile bana vereceği mesaj günlük uğraşlarımızın çoğundan daha kıymetli. Hayatı ben onun kadar güzel buyur edemedim hiç diye düşündürdü beni. Biraz düşünsek biz ondan izler öğrenirdik aslında. 

Muhakkak yaşadıklarının onlarca nedeni var. Ama o nedenler ne ona ne ailesine sunulmuş. Nedensiz bir zorluğu kabullenmek eminim iki kez zordur. Ama neden olduğu hakkında fikri olmadığı zorlu bir yolculuğu kabullenişi, bir deri bir kemik kalmış halde kardeşine abilik etmeye çalışması, babasına sesini zorlayarak verdiği cevaplar, yüzündeki olgunluk, ruhundaki sakinlik şiir gibi. Etrafta böyle onlarca olay var belki bazıları başımıza geliyor. Baktığımda ona bunu veren gücün kaynağına eğilmek lazım ve bazen de kendimizi tamamiyle bırakmak lazım diye düşündürüyor beni bunlar. 

Henüz sahibinden kopmamış, kibirle kirlenmemiş, sahip olduklarının tanrısı ilan etmemiş kendini o hali, o masumiyeti daima aklımda kalacak. 

Güzel çocuk senin tüm yaşadıklarını hakettiğini ya da bir yandan seni koruyan, seni ölümün kollarından alıp karşılayan, sana o hale dayanma gücünü veren seni böylesine güçlü kılan biri olmadığını kim söyleyebilir ? Nasıl söyleyebilir bilmiyorum. 
Bugün karşıma çıkan en güzel şeydin. 
Bugün tüm okuduğum ve gördüğüm her şeyden daha güzel düşündürdün beni. 
Senin kısacık ömründe sunduklarını hatırlattıklarını iyice düşündüğünde kim inkar edebilir, yok sayabilir? Bunun için kimi suçlayabilir? 
Senin o zorluğun içinde o kadar güzel olmanın da sebepleri vardı. Senin ailenin bunca zorluk içinde güçlü kalabilmesinin de. Seni kaybedeceklerini bildikleri halde senin yüzünü güldürmekten bir an vazgeçmemelerinin, isyan etmektense harekete geçmelerinin, senin en zor iki yılını en güzel iki yılına çevirme çabalarının da. Birçoğumuzun yenik düşeceği bir durumda kendinize hayran bırakabilmenizin de. Farketmek ihtiyacı size değil ama belki bizeydi. Yardımına koşmak ihtiyacı da en başta bizim kendimizeydi. Sizin kadere bakışınızda ben çok eksiklerimi gördüm. Aslında senin ihtiyacın bizden azdı, sen bizden tamamdın, eksiksizdin. 

Gittiğin yerlerin en güzelindesindir şüphem yok. Orada da hep güzel olacaksın biliyorum. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Minerva’nın Baykuşu

Kısa masal: “Yorgunluktan ölüyorum” dedi arı. “Ben de ölmekten yoruluyorum” dedi kelebek.

27• gündoğumundan🌅 | İyi ki doğdum