şi|bu|mi





P.S. Sıkıcı yazıya şarkı bonusu

Bu çağla ilgili -ne yazık ki en başta kendimle alakalı- şikayetlerim var. Şikayetler bitmez. Hatalarımız bitmez. Bana onları hatırlatan bir küçük bir pasaj var. yaşadıkça anımsadığım ve kendime verdiğim  öğütleri gözden geçirmeme sebep olan.

Dışarıdan gelen tehlikeleri kontrol edemiyor da olsak yıkıma dair, insan kendi ruhunu kendi inşa ediyor büyük oranda. Çirkinliğin ve sıradanlığın, gösterişin karmaşasıyla örtüldüğü bir çağda basitliği, zarafeti, tevazuyu hatırlatan cümleler oldu benim için. Cümlelere kendinden ueni anlamlar atfetmeyi seviyor insan galiba.

Bu zamanın dünyası bazen, alakasız aksesuarları bir arada kullanıyor, kötü bir kokuyu yoğun bir parfümle bastırıyor, yüzünü tamamen kapatan bir makyaj yapmış. Çünkü bu çağ biraz şey bir çağ... sanki “rüküş”. Parıl, parıl, dikkat çekici ama güzellişi gerçek değil. Gözümüzü kamaştırmasında kötü bir amaç var sanki. Tüm abartıya kaçışların ardında örtülmesi gereken bir eksiklik var gibi. Tül parıltılar zorla gözümüze sokuluyor ve ispata ihtiyacı var gibi. Armani’nin bir sözü vardı: ‘Zarafet dikkat çekmek değil akılda kalmaktır.’ İşte biraz öyle olduk bu zamanlarda.


“Anlatılmayacak bir niteliği tarif etme çabası.
Bildiğin gibi şibumi, sıradan, olağan görünümlerin altında yatan gizli üstünlükleri anlatır.

Şöyle düşün;

O kadar doğru bir söz ki, cesaretle söylenmesine gerek yok.
O kadar dokunaklı bir olay ki, güzel olmasına gerek yok.
O kadar gerçek ki, sahici olmasına gerek yok. 
Şibumi demek, bilgiden çok anlayış demek. 
İfade dolu bir sessizlik demek.
Kendini kanıtlama gereği duymayan bir alçak gönüllülük demek.
Sanatta Şibumi zarif bir basitliği ifade eder. Buna sabi denir. Felsefeyse kendini wabi olarak gösterir. Büyük bir ruhsal rahatlıktır ama pasiflik değildir. 
Bir insanın kişiliğindeyse...nasıl söylemeli... Hakimiyet peşinde olmayan otorite mi? Onun gibi bir şey.”

Sanki hayatımızda eksik olanların bir listesini hazırlamış Trevanian ( Gerçek ismi ile Rodney W. Whitaker). Herhangi bir insanın tüm zamanlarında bunları yansıtabileceğine inancım yok. Zaman zaman değişen oranlarda bir ucundan yakalıyoruz belki bu hali.

Mütevazi olduğum anlar ile öfkeyle kibre büründüğüm anlar başucumda beraber yatıyor her gece. İkisini de en çok ben besliyorum, ben yaşatmazsam yaşamazlar hem öyle değil mi? Kendimi kanıtlamak gereği duyuyorum, insanları ikna etmeye önem verdiğim anlarda. Neden iknaya ya da ispata ihtiyaç duyarız ki? Neden kapısından geçmemizin yasak olduğu bahçeleri inatla yoklarız? Neden bazen doğruyu söylemektense “doğrumuzu” söylemeye kaptırırız kendimizi?

•İfade dolu bir sessizlik• diyor. Modern insanın tercih etmekten hoşlanmadığı bir sessizlik. Çünkü olanı olduğu gibi kabul etmek zor. Tartışmak, sınırları zorlamak istiyor insan hep, mücadelesi varsa. Anlaşmak için değil, üstün gelmek için belki çoğunlukla. Üstün olmak ve kazanmak ilişkilerde neden bu kadar önemli? Zafer mi arzuladığımız yalnızca yoksa zaferimizin oluşturacağı yankıyı mı düşlüyoruz aslında hep?
Hatta bazen bir sorunu çözmek için bile değil, sadece fark edilmek için kelimelerin en süslüsünü, gereksiz bir gürültü eşliğinde sunuyor insan, iyi kötü alıcısı olsun diye. Yeter ki görülsün, yeter ki bir etkileşim oluştursun. Karşımızdakinin bizi anlamayacağına emin olduğumuz o aydınlanma anından sonra sarfedilen her kelime bana kalırsa ruhun ziyanı.

Anlaşılamıyorsak belli ki karşımızdaki kendi hayat serüveninde o yeri hızlı geçmiş, belki de henüz gelmemiş oraya, belki uğramayacak hiç.Unutmayalım ki tecrübe  bunun için var. Eğer her doğru, her iyi aktarılabilseydi sözle, muhteşem bir insan ırkı yaratmış olurduk şimdiye. Hayat okunması gereken bir kitap ve yazılı bir sınav değildir oysa. Aynı yolu yürüyüşümüz, o yere geldiğimizdeki iklim farklıdır. Önümüze sunulan bilgi aynı olsa da bazen "anlayış" her türlü yol durumundan etkilenir. Anlayışını şekillendirebilmesi ve bakış açısını bulabilmesi için karşımızdakine fırsat verelim. Bazen öyle bir mevsimine geliriz ki onun, çok aşikar bir doğru dururken önünde tipi bastırır, kapatır önünü anlamaya imkan olmaz. Hazır bir bilgiyi her istediğimizde, herkese yükleyemeyeceğimizi fark etmek zorundayız. İnsanın bilgiyi almaya ve işlemeye elverişli olduğu anı beklemek hatta anı yaratmak gerekir bazen. Bilgi tek başına iletişimi sağlayan şey değildir, anlayıştır bizi birbirimize yakın ya da uzak eden. Anlamak ve anlaşılmak her daim emek ve birikim ister. Ezbere ve alışılmış olana kaçışı bundandır insanın, severiz hazır olanı.



Konu ne olursa olsun çatır çatır konuşulmalıymış her ortamda, sessiz kalırsak pasif görünürmüşüz, karşıdakinin eline koz geçermiş(!) Susmanın, “hepinize iyi niyetle gülümsüyorum” anlayışının kıymetini ne zaman unuttuk biz? Hayat mücadelesi her daim vardı, hep de olacak ama sosyal alanda bu üstünlük kurma yarışı ne zaman bu kadar öne çıktı bilmiyorum. Bu artık hepimizin hayat mücadelesinin topyekun oluşturduğu bir ses olmaktan çok savaş naralarının yankısına dönüştü. Sessizliğin yenilgi olmadığını, sessizliği korumanın yerine göre bir hak olduğunu, tüm sorulara cevap vermeye yetmeyeceğini kelimelerin, hatırlamamız gerek.

İçinde fırtınalar koparken üstelik bir haksızlığa da uğramışken ya da karşı tarafın cehaleti ile çıldırmış haldeyken sükunetini muhafaza etmeye çalışan birini izlediniz mi hiç? Ne zordur ve ne kadar zariftir. Çok kez denk gelmişizdir ama bağıranlar susanlardan daha önce fark edilir ilk etapta. Seçim otobüsleri benze bu nedenle susmaz hiç. Susanları daha geç anlarız çünkü biz. Bu sessizliğin anlamını yaratmak hiç de kolay değildir. Gelişigüzel bir suskunluk, bir umursamazlık hali değildir bahsettiğim. Büyük bir ruhsal rahatlıktır ama pasiflik değildir, yani. Konuştuğumuz ve yaşadığımız süreçler olası sessizliğimizin derinliğini belirler. Konuşmadığımız anlardaki tavrımız ile konuştuklarımızı destekler, bir bütün olarak duruşumuz  kompozisyonu tamamlarsak yakalarız anlamı. Kabalaşmadan, çirkinleşmeden, güvenle ama alçakgönüllülükle, sakince anlattığımız doğrular şahit olur bize. Yoksa onlar, sessizlik gerçekten de bir pasiflik halinden başkası değildir.
Düşüncelerini toparlayamadığın ve duygularına yenik düşeceğini hissettiğin o anda sessiz kal, kelimelerin ve hislerin içinde olgunlaşmasını bekle’ anlamına yordum ben bunu, denedim. Bağırışların kısa etkili ama gösterişli sonuçlarından çok daha kalıcı oluyor benim için.

Kelimeler etkileyicidir. Kelimeler unutulmaz. Defalarca yankılanır. Kokusu burnumuza gelir en ufak bir anıda. Ama kelimeler olmadan da anlatabildiklerimiz, hep akılda en çok kalanlardır. Çelişkili bir duruşun altında yetişen doğru bir söz, doğru olsa da ne kadar işler ki içimize? Buradan da kendime çıkarımlar yaptım. Mühim konulardaki fikrimizin beyanı yalnızca ağzımızdan çıkan bir kelime değildir, yaşadıklarımızla ve seçimlerimizle onu destekliyor olmalıyız ki bulabilsin yolunu. Bir hatanın sonuçlarından bahsedeceksek ve biz de yapmışsak o hatayı en azından pişmanlığımızı samimiyetle aktarmayı öğrenelim. Bir bakışa, bir gülüşe, bir sese şarkılar yazanların var elbette bir bildiği.



O kadar doğru bir söz ki, cesaretle söylenmesine gerek yok. Öyle bir doğru ki, o konu hakkında yalana düşmekten utandıran insanı -en azından hala utanca hissine sahip olan insanları-. Doğru söz doğrudur. Söylenmese de doğrudur. Söylenmese de vardır. Çoğu onu anlar, bilir ve bazen sükut eder. Bir doğrunun söylenmesi büyük bir cesaret gerektiriyorsa, ortada gerçeğe yönelik bir tehdit var demektir. Fısıltıyla söylesen de, haykırsan da doğrudur çünkü o. ‘Yağmasa da yağmurdur’ o. Ama doğrunun doğruluğunu değilse de o doğrunun tesirini, söyleyen ağız belirler, söylendiği iklim belirler.



Köpükler saçan bir ağzın söyledikleri işlemiyor benim kalbime. Hırsın mı büyük, hakikatin mi önce onu anlayalım, diyorum. Düşüncelerimi sakince paylaşabilmeyi özletiyor bana bazen ülkem. Bir ülkenin topyekün bağırışı hakikati susturuyor. Çünkü sükut ve sükunet yalanın en büyük düşmanı. Bu gürültüyü ve karmaşayı bu nedenle arzulayanlar çok. Anlaşılması istenmeyen bir şeyi yok etmenin en güzel yoludur karmaşıklaştırmak. Çünkü sükunet içindeyseniz zihniniz berraktır, hakikatin mesafesi size kısadır. Sükunet nefsi devre dışı bırakmanın adıdır. Nefis ise aklı daima arka plana iten kaçınılmaz güç. Kaosun içinde, sürekli nefs-i müdafaa gereken bir halde düşünme yetinizi bir kenara bırakmanız ve daima tetikte olmanız gerekir. Bu agresyon hali yanlışa götürür insanı, ki bunu ister zaten faydalanma niyetinde olan. Haksızsa biri üstüne bir de ahlaksızsa, hak olanı hataya çekmekten başka kaçışı kalmamıştır zira. Çünkü bilir her insanın hataya meyyal olduğunu, en çok da kendinden. Bir insan, bir ülke, bir dünya hatta bütün bir evren için bunu hedefleyenler olmuştur hep de olacaktır. Sakinliğin ve “kendini kanıtlamaya gerek duymayan alçakgönüllülüğün” evine sığınalım böyle anlarda. Bir yalanı pazarlamaya çalışanların telaşı olmasın sesimizde. Sükunetimizi ve dürüstlüğümüzü eş zamanlı sergileyebilmek olsun farkımız.



Hakikatin peşindeysen gerçekten, bir kenara bırakmışsındır benliğini. Benliğin, en çok da haklı olduğunda örter hakikati. Haklı olmanın baş döndürücü bir yanı vardır çünkü insanı hatanın kıyısına bırakır ve gider. İçin içini yer. Bir sonuç arzularsın bir an önce, fevri davranışlara iter bu seni. Çoğunu hataya düşürür bu haklı hassasiyet. Yapma. Hata yapman için pusuda bekleyenlerin ve içinde varlığınca var olan vicdanın var. Yavaşla, sakinleş, düşün. Sonra gerektiği şekilde harekete geç. Herkes terk eder, yanılır, vicdanın seninle kalır, en çok ona kulak ver.


Doğruyu işleyip aktaran akıl ile doğrunun muhattabı olan aklın ortak çabasıyla vücut bulur gerçek. Yoksa havada uçuşmaktan öteye gidemez. Ulaşmıyorsa doğrun, eminsen kendinden bir o kadar, üzülme. İradenin ve çabanın sınırlarını zorladıysan, ferah olmana yeter bu. “O kadar gerçek ol ki sahici olmana gerek olmasın.” Gerçeğin hiç de derdinde olmayan insanların sahicilik yarışının bir parçası olma. İnanmayı al yanına, kendi serüvenin için ama inandırmak, ispat etmek arkanda kalsın zorunda kalmadıkça. İnandırmaya çalışırken uzaklaşırsın kendinden.



Yaşananlar ve sunumu o kadar şatafatlı ki şimdilerde hissedemiyoruz yeterince. Gösterişin zerafeti uyuşturduğuna şahidiz hepimiz her gün. Çok güzel şeyler çok güzel anlarda yaşanmaya devam ediyor ama hakettiği hissi yansıtamıyoruz biz. Olanın güzelliğinde azalan bir şey yok ama biz içimizde taşımakta zorlanıyoruz. Abartılan her şeyin etkisi kayboluyor, görüntüler, sözler, beğenilerle kalıyoruz başbaşa. Çok sayıda güzel şey gereğinden fazla vurgulanarak yaşanıyor. Göz, heyecanın hissesinden vazgeçmiş, kulak da öyle. Coşkuyla bahsedişlerimiz coşkuyu hissedişlerimizden uzun sürüyor. O halde hissi kalbe ulaştırmak zorlaşıyor, yüzeyine dokunup geçiyor olanlar. Yaşananlar güzel ve hala gerçek ama sanki büyüsü bozuluyor böyle sunulunca.

Hiç hissettiniz mi bilmiyorum bir an, bir söz, bir bakış, bir görüntü çok derin gelir içinize, dondurup saklamak, herkese duyurmak istersiniz bu güzelliği ama bir yandan bilirsiniz koleksiyonunuza ekleyince içinizde oluşturduğu kıpırtıdan da vazgeçmiş olursunuz. Sizi “an”a götüren bir anahtardır artık ama koruyamaz o özel anıyı. Ben bazı anların bilinmezliğinin, gizliliğinin, özgünlüğünün korunması gerektiğine inananlardanım. Sarıp saklamak değil bu bahsettiğim, sadece insanların ayağına her gün takılan bir şey olmasına izin vermemek. Yokmuş gibi de değil ama çokmuş gibi de değil. Yoksa güzel seyler yaşanmalı doyasıya biz de hatırlamalıyız ara sıra. Ama süsleme, çünkü o kadar “dokunaklı” idi ki anın o kadar güzel görünmesine inan hiç gerek yoktu! Süslenmemiş hali senindi, süslediğinde pazarlanmış bir maldan farkı kalmadı belki. Şu bir gerçektir ki göz en şahane olanı bile görmekten yorulur, en güçlü sesten de bıkılır gün gelir. Ona sonsuzluğu veren anlam sana özel. •Sıradan, olağan görünümün altındaki gizli üstünlük• işte o basitliğin zarifliğidir aslında.




Hakimiyet peşinde olmayan otorite peki? Birbiri yerine sıkça kullandığımız iki kelime ‘hakimiyet’ve ‘otorite’. Sözlüğe baktığımda benzer anlamları olduğunu görüyorum; güçten, yönetimden, yasaklardan, itaatten ve emirden bahseden. Oysa otoritenin ikinci bir anlamı daha var, otoriteden hakimiyet anlamını çıkarınca elde kalan. ‘Çalışmalarıyla kendini kabul ettirmiş kimse.’ Edilgen bir anlam taşıyor belki ama aslında yaptıkları ve başarıları, insanları “bir konuda” ona itaat etmek konusunda ikna etmiş. Salt egemenliği elinde tutmak için ekstra bir zorlamada bulunmamış. Yeryüzündeki tüm konularda her şeyi bildiğini iddia etmemiş. Zaten sahip olduğu sıfatları ve tavrıyla insanlar onun otoritesine itaat etmeyi seçmiş. Onun aklı kişiden bağımsız olarak tecrübeleriyle ispat etmiş kendini.  İyi bir anne, iyi bir baba, iyi bir eş, iyi bir arkadaş, iyi bir yönetici olabilmenin önüne geçebilen önemli bir ayrım var burada bence.

Karşı tarafı ele geçirmek amacı güden, üstünlük mücadelesine dönen , boyun eğdirmenin zafer kabul edildiği bir diyalog hangi ilişki türünde yaşanırsa yaşansın hüsranla sonuçlanacaktır elbette. Dünyanın en masum ilişkisi olan anne çocuk ilişkisi bile dahildir buna. Otorite karşıtlığı değil bahsettiğim. Otoritenin daima farklı formlarda gerekliliği olduğunu düşünüyorum. Basitleştirmek gerekirsek bazen patronumuzun, bazen annemizin bazen mesleğimizin, bazen arkadaşımızın, bazen bir yabancının üzerimizde otorite kurmasının gerekliliği vardır.

Ehli olmadığımız herhangi bir konuda yönlendirilmeye elbette ihtiyacımız olabilir ve buna direnmek mantıksız olur. Bilakis bazı durumlarda da bizim karşı tarafı yönlendirmemiz ihtiyacı kaçınılmaz olur. Bu bağ kurabilmek için muhtaç olduğumuz iletişimin esaslarındandır bence. Ama bir insanı tüm yönleriyle baskı altına almaya çalışmak, konu ayırmaksızın iradesini kısıtlamaya çalışmak, insanlığını elinden almaktır. Böyle bir durumda konunun ehli bile olsak ısrarcı olmak, amacın sadece üzerimize düşen sorumluluğu yerine getirmek olmadığı aşikardır. İtaat edilmesi çoğu insanın hoşuna gider ve aklımızın hürmet görmesi her daim ruhumuzu okşar. Ama bunun amaç edinilmesi tehlikelidir. Öyle ki insanların yegane varlığı olan yaşam öyküsünü elinden almış oluruz ve bu onu kontrol edemediği bir yaşamı sonlandırma düşüncelerine itebilir, toplumda bununla sıkça karşılaştığımız aşikar. Olması gereken yine; “ O kadar sahici ki gerçek olmaya ihtiyacı yok, o kadar dokunaklı ki güzel olmasına gerek yok” o kadar aklı başında ki öne çıkmasına gerek yok, o kadar doğru ki ispata ihtiyacı yok, o kadar haklı ki savunmak gereksiz, gibi...

Her tür ilişkide yanımızdakinin birlikteliği ya da otoritemizi kabul edişinin nedeni kendi iradesiyle bahsi geçen konuda bizi onaylamış olması olmalı. O yüzdendir siyasilerin bağırışları bana komik gelir bazen, haklı bulsam dahi. Yüksek sesler bastırır mı diye düşünürüm gerçeğin oluşturacağı etkiyi? Ama biz de hakikati tanıyacak berrak bir zihne sahip olmalıyız ki gölgesinde kaldığımız otoriteyi doğru seçebilelim. Eğer sahip olduğunuz özelliklerinizin, otoriteniz altında olacak topluluğun kıymet vermeyeceği şeyler olduğuna karar verdiyseniz ve otoriteyi sağlamak ancak zorbalık ile mümkün olacaksa peşinden gittiğiniz şey artık hakimiyet isteğidir, o insanların hakikate yönelmesi değil.

 İnsanın irade sınırlarını bilmesi, gerektiğinde sonuna kadar zorlaması ama zamanı geldiğinde vazgeçebilmesi en güzel olgunluktur bence. İnsanlar farklı alanlarda yönetim kabiliyetine sahip olabilir, bir konuda otorite haline gelebilir. Toplum olarak bunu doğru zamanlarda doğru yerlerde kullanmamız gerekir elbette. Ama bunların sonsuzluk değil birer süreç olduğunu kabul edebilmek otorite sahibi açısından olgunluktur bence. En ufak bir yönetici seçiminin (bu bir kulüp başkanı dahi olsa) skandal haline gelebildiği ülkemde hakimiyet peşinde olmayan bir otorite ve bunu arzulayan bir toplumsal anlayış, sorunları büyük ölçüde çözecektir bence. Bu nedenle siyasi ortamlarda, aile içi ilişkilerde, arkadaşlıklarda, evliliklerde,  öğretmen-öğrenci, hasta-doktor ilişkilerinde yani iki insanın etkileşim içerisinde olmasını zorunlu kılan her durumda- amaçların gözden geçirilip üslubun değişmesi, bilginin aktarımından önce anlayış yeteneğinin gelişmesi üzerine gidilmesi gerektiğine inananlardanım. Eğer bir şeyler anlatabilmekse derdimiz, karşımızdakinin anlayışına gidecek yolu bulmak ve çabalamak zorundayız. Yoksa söylediklerimiz ezber yaptırmaktan öteye geçmez. Koyuna değil de insana yaklaşır gibi olan yaklaşımların yanında olalım biz. “Gütmenin “ yol göstermekten farklı olduğunu görebilelim. Hakikate hizmet edenler ve benliğimizi tatmin edenler arasında gerçek ve büyük bir seçim yapmak zorundayız çünkü her gün. İnsan ilişkilerinin bilgi ve üstünlük değil “anlayış” üzerine kurulu olduğunu farkedip, zarif bir basitliğin içine bırakalım kendimizi.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Minerva’nın Baykuşu

Kısa masal: “Yorgunluktan ölüyorum” dedi arı. “Ben de ölmekten yoruluyorum” dedi kelebek.

27• gündoğumundan🌅 | İyi ki doğdum