Neler oluyor bize?

Dünyanın uzaktan bakınca iyi mi yoksa kötü mü olduğunu ölçen ibrem her geçen gün kötüye yaklaşıyor. Hep ikisinin arasında bir yerde ama sanki kötü olana daha yakın. Bir bebek görünce fırlıyor iyiye vuruyor sallanarak sonra sokağa çıkıyorum tam ortadaki yerini buluyor. Bir sağa bir sola gidiyor gördüklerim karşısında. Eğer o günlerde gündemi takip etmiyorsam bir süre iyide tutabiliyorum. Kendi  küçükdünyamda hilelerim var ama kısa süreli kandırabiliyorum onu. Çikolata yerken bile bazen ” hayat muhteşem ya!” hissi gelebiliyor, eyleme göre değişen bir süreyle. Hayatta anlara gizli sayısız güzellik, iyilik ve lezzetler var aksini söylemek haksızlık olur. Zaman zaman ayağımızı yerden kesebiliyor o hisler, iyi ki de öyle “yeryüzüne dayanabilmek için” olsa gerek.
Genellemeye dayalı tespitleri referans almaya zihnim karşı çıkıyor. Ama genellemeler hiç de küçümsenmeyecek bir örneklem içinde doğrudur, “genelde”. Peki biz günlük davranışlarımızda çoğunluk için geçerli olan bu genellemeleri mi esas alıyoruz yoksa karşılaştığımız her durumda tam da o an ilk defa insan olmuşuz gibi titiz ve hata yapmaktan korkar bir halimiz mi var? İki durumu da zaman zaman yaşıyoruz. Kendi adıma cevaplarsam,  çocukluk yıllarımda ikincisi gibi davranırken zaman ilerledikçe birincinin basit formülüne bırakıyorum kendimi. Misal; herkes yalan söyleyebilir, herkes hata yapar, tanımadığım kişiye güvenemem, taksiciler yolu uzatır,  erkekler basittir, kadınlar karmaşıktır, doktorlar kibirlidir, aşçılar şişmandır. Bu size çoğunlukla vakit kazandırıyor olabilir ama istisnaları mutlaka olacaktır. Sorguladığım da bu.  Yalan söylemeyen , en azından size hiç yalan söylemeyen bir insana, yalana çok kez şahit olan birisinin bakışı ile yaklaştığımızda haksızlık etmiş oluyor muyuz? Yoksa bu çok ama çok ince bir hesap mı?
Duyduklarımız, gördüklerimiz ama çoğunlukla ve şükürler olsun ki görmeden duyduklarımız, hissettiklerimiz bizi daha temkinli, daha tedirgin ve çevreye karşı daha güvensiz hale getiriyor. Çevrenize bakın. Kendine sonsuz güvenen hatta bunu pazarlama boyutuna taşıyan ama çevresindekilere asla güvenmeyen!!! asla inanmayan!!! kolay lokma olmayan!!!tilki kurnazlığında insanlarla dolu. Kendine hayran olarak kendini bir şeylerden koruduğuna, “göz dağı verdiğine” inanmış durumda insan. Bu durum, hayatı yorumlamak konusunda popüler bir tarz haline geldi. Toplumlar ve bireyler arası elbette değişiklik gösterir. Ancak giderek yükselmekte olduğunu inkar etmek için oldukça geç. Buna uyum sağlamak konusunda kimi diğerine göre daha başarılı olabilir. Ben bu duruma ayak uymakta zorlanan tarafım ki bundan bahsediyorum. Durum zaten başlı başına tedirgin edici. Love alltrust a few, do wrong to none” denen şey.Herkesin aşırı sevgi dolu ve mükemmel görünmesinin yanında  güvenden bahsedememek. Sevgi ve güvenin bu çatışması benim için üzücü. Doğruluğuna inandığım ve uyguladığım an hep benim olmayan bir şeyi giyiyormuşum gibi. Bana ait olmayan bir davranış biçminin sınırlarını belirlemekte de zorlanıyorum bunun beklenen sonucu olarak. Aşırılıklar oluşturuyor bende sonucu toplumsal olaylara yönelik bir anksiyete!
Eğer sonsuz iradem olsaydı; bir çocuğa sahip olduğumda ailemden ya da yaşadığım çevremden herhangi biri için “çocuğum için tehlike olabilir mi?” diye düşünmek istemezdim, aksine yanında olmadığımda çocuğum için bir güven unsuru olarak görürdüm. Ne yazık ki son yaşananlar bahsi bile açılmaması gerektiğini düşündüğüm konularda değerlendirme yapmak zorunda bırakıyor bizi. Komşuma bıraktığım çocuğumun başına olumsuz bir şey gelmesi –ayrıntısını demeye dilim varmıyor- halindeki toplumsal tepkimiz “nasıl olur böyle bir şey!”den “eeee bu devirde güvenmemek lazım”a evrilmemeli! Bu tip konularda toplumsal algının değişmesi küçümsenecek bir durum değildir. Sosyal ilişkilerin yönünü tamamiyle değiştirir. Canınız sıkıldığında kapısını çalacağınız dostlarınız olmamaya, sokakta özgürce oynayan çocukların kahkahaları klavye seslerine karışmaya başlar. Ve bunların gerekliliği ilk anda farkedilmezHayat “doğal bir akıştan çok bir savaş haline gelir. Üretmek yerine daima kurtarmakla uğraşmak geriye götürür. İnsan için sağlığının, emeğinin, huzurunun, çocuğunun, özgürlüğünün sürekli tehdit altında olması gerçek bir ızdıraptırBu iş yerinde ekmek “kavgası”olurİlişkilerde otorite “mücadelesi” olur. Bazen “makam” sevgisi kimi için “namus belası”… Büyük olaylar zaten yorum bile gerektirmiyor. Ama sürekli olarak “domatesi ederinin fazlasına satarlar, keriz olma! indirimi takip et kazıklanma! kurallara uyarsan trafikte sıkıştırırlar seni tetikte ol! caminin önüne bıraktığın ayakkabı çalınır, yanında olsun, çocuğu sokağa çıkarma nolur nolmaz! eve geç döneceksen aracın kapısı kilitli olsun, sarhoşu var hırsızı var! erkeklere güvenme, aldatır! kadınlara güvenme tek dertleri para!... diye düşünen insanlardan bırakın toplumsal hayata dair üretkenliği bireysel yaşamında dikiş tutturmasını bile beklemek bana göre hayal…
Küçük gördüğümüz şeyler birikince huzursuz, tahammülsüz, güvensiz, tedirgin bir toplum olduk. Yanıbaşımızdayaşananları görmezden gelemeyiz daha fazla. Hepsinin toplumsal anlayışın bir yönünü oluşturduğunu yok sayamayız. Hep kötüden bahsedip iyiyi  yoksayarak topyekün depresyona da giremeyiz. Ben, çözümü düşünmek, duymak, hissetmek, özümseyerek eğitmek ve eğitilmek için yavaşlamak, sakinleşmek ve gerekli ise durmakta görüyorum. Bir konuda büyük bir problem varsa zevklerimize ve hırslarımıza kısa bir ara verip o konuda, o noktada duralım. Sebepleri duyalım. Yukarıda saydığımız gibi onlarca endişeyi kalbimize yerleştirenlerin çoğu hayatın akışı sırasında yerini bulamamış, savrulmuş ve kaos içinde kaybolmuş kimseler! Sorumluyuz. Önce kendimize sonra yaşadığımız topluma karşı sorumluyuz. Yoksa her daim çok miktarda sorunluyuz. Bu düşüncesiz telaşın ve savaşın içinde kalıcı zaferler kazanmak sizce de zor değil mi? Yavaşlamak da başka bir yazının başlığı olsun.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Minerva’nın Baykuşu

Kısa masal: “Yorgunluktan ölüyorum” dedi arı. “Ben de ölmekten yoruluyorum” dedi kelebek.

27• gündoğumundan🌅 | İyi ki doğdum