neden yazıyorum ki?



O kadar çok dedikodu, o kadar çok "çok ayıp", o kadar çok "hımm demek öyleymiş", o kadar çok aşağılama, o kadar çok böbürlenme var ki...
Sadece dışarıda, başkalarında değil. Zaman zaman bende var. İçimde. Bazen zorla nüfuz ediyor ama bazen pek de hoşuma gidiyor gibi.
Herkes "ennnn" olmanın peşinde gibi. Ne olduğunun da önemi yok da sanki. "En" olsa yetecek. herhangi bir zirvede tek başına görünsün, isterse birkaç gün olsun, yeter.
Küçük küçük "en"lerin peşindeyiz. Büyüklerine harcayacak özverimiz kalmadı.
Gösterişle patlayıp hızla sönenleri hafifçe parlamakta olana tercih ettiğimiz zamanlar içindeyiz.

İnsanı kendinden koparan bir şeyler sürekli kulağımdan, gözümden girip zihnimi istilaya kalkışıyor.
Duruma göre cephe alıyorum.
Zayıf düşüp bırakıveriyorum bazen kendimi.
Hiç de umrumda olmayan şeyleri konuşurken, düşünürken hatta yargılarken buluyorum kendimi. Üstelik bazen görevmişçesine yapıyorum bunu.
Birileri sürekli konuşulmak, hep beğenilmek ya da dillerde olmak istiyor. Bunun uğruna abidik gubidik şeyler yapıyor.
Ben bu abidik gubidikliği eleştireyim derken sinirleniyorum. Eleştirmesem hani gönül razı değil.
Sonra "aman vaktim gitti boşuna efkarı", bir vakit kaybını daha doğuruyor.

Ben neden yazıyorum diye kısa bir yazı yazacaktım, kısa olmadı yine. Seviyor olabilir miyim bu vakit kaybı işini, bilmiyorum.
Ama inanın saçma sapan hayatları konuşacağımıza burada kendi kendimize konuşsam kesinlikle vakit kaybı değil. 
Kendi kendimize kalmamız, düşünmemiz, konuşmamız, tartışmamız vakit kaybı değil. Aksine vakte kıymet katan ve onu yönlendiren temel eylem. Kendi kendimize kalamadığımız zamanlar geldiğimiz hal ortada.

En mutlu, en güzel anlar şüphesiz sevdiklerimizle olanlar. Ama o güzel anların temelleri, o güzel sevgilerin değişmez ilkeleri, kendi kendimize kaldığımız anlarda şekilleniyor. Hava gibi su gibi lazım denir ya, öyle bu "kendi başınalık".

Ben de bu yüzden yazıyorum. Hiç kimseye, hiçbir yere, kendimden başka hiçbir şeyi değiştirme kaygısı olmadan. Belki değişimimi, yazıya dökerek bir tık daha özenli izleyebilmek için.. Bir cevap almaksızın konuşmayı sevdiğim için. Kimsenin anasayfasına düşmeden, "anla beniiiiii" dedirtmeden ama illa da anlamak isteyene yol sunarak. 

Evet biraz da sevdiklerimin dinleme eşiğini aşacak kadar çok konuştuğum için. 
Onlara söylemek istediğim şeyler varsa ve zaman doğruysa zaten söylüyorum, bekletmiyorum. 
Bunun pişmanlığını yaşadığım daha önce oldu, defalarca daha olsun istemiyorum.
Hiç bakmayacakları bir yerde saklanıp beklemiyorum. Anlaşılmak istediğimde zaten bunu söylüyorum. Anlamak istemeyen kimsenin önüne düşmesin istiyorum kelimelerim. 

Gelişigüzel ve amaçsızca yazdığım -üstelik bir türlü tasarımına vakit ayırmadığım-, karmakarışık , havadan sudan bahsettiğim, yazımı imlası bozuk, üç beş kıytırık yazıma bile çok güzel dönüş yapanlar olmadı mı, oldu. Çünkü aynı havadan, aynı sudan bahsediyoruz, benzer şeyler hissediyoruz. Bu benzerlik samimi ama beceriksiz olanın da kalbe dokunabilmesine imkan sağlıyor. Ve bu harika bir hismiş. Mis gibi bonusu bu monologumun. Ne güzel ki kelimelerle, ruhları birbirinin aynasına yansıtabilmek için insan olmak yetiyor nadiren de olsa. Yetenekli kalemlerin vardıkları tadı düşününce kıskanası geliyor insanın.

Ben de dedim ki o halde yazayım, dedikodu yapmak mı geldi içimden, birine mi kızdım, susayım, gün içinde düşündüklerimi,  istemsizce öğrendiğim, kişilere değil de fikirlere yönelen hallerimi yazayım. Güzel insanlarla güzel muhabbetler sonucunda oluşan güzel fikirleri yazayım.  Dünyaya pek de bir faydası olmayan belki ama öğrenmekten çok hoşlandığım konular hakkında yazayım. En kötü ihtimalle "ne güzel öğrenmişim, demek ki bir yanlış sözümden daha vazgeçmişim" derim. Mis gibi.

Ve seçtiğim ilk konu "yoga" olacak. İki aylık-hala mutlu mesut devam ediyorum- komik, amatör ama bedenime ve zihnime-ama en çok omurgama- çok iyi gelen deneyimimi anlatacağım. Çünkü tamamen tesadüfen "Siddhartha" gibi şahane bir kitabı okuyuşum "yahu boynum çok ağrıyor, napsam yogaya mı başlasam" dediğim döneme denk geldi. Çok farklı görünüp çok tanıdık şeylere göz kırpan bir kültüre kısacık ve üstünkörü de olsa misafir olmuş oldum. Ondan da bahsederim, felsefelerini biraz kıracağım ve eleştireceğim için şimdiden özür dileyerek. 





Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Minerva’nın Baykuşu

Kısa masal: “Yorgunluktan ölüyorum” dedi arı. “Ben de ölmekten yoruluyorum” dedi kelebek.

27• gündoğumundan🌅 | İyi ki doğdum